Adil HACIÖMEROĞLU

Tarih: 27.07.2024 08:47

ANNE KOKUSU

Facebook Twitter Linked-in

Çayyolu’na gitmek için dolmuş beklerken güneşin yakıcılığından kurtulmak için küçük de olsa bir gölge arayıp buldum. Durak, çok kalabalık... Sıcak bunalttıkça bekleyenlerin sabrı tükenmekte. Bazıları beklediği dolmuş gelince koşarak giriyor içeri sıcaktan kurtuluş umuduyla. Geçip giden kimi dolmuşlar sıkış tıkış… Derken… Uzaktan dolmuşlardan birinin camında “Türk Konut” yazısı görünce hızlıca yürüdüm yolun kıyısına doğru el kaldırarak. Gelip önümde durdu. Bindim…

Dolmuşun içi, dışarıya göre serin. İçerde iklimlemenin çalışması güzel. Oturacak yer olmadığından ayaktayım. Sorun değil. Zaten kaç saattir oturmadım mı otobüste? Ayaklarım biraz rahatlasın ayakta durarak. Türlü düşüncelere dalarak, sağı solu izleyerek ineceğim yere geldim.

Güneş, tepemde kaynar bir buhar kazanı… Neyse ki yol uzun değil. Eve varıp kapıyı çaldım. Annem açtı gülerek. Sarıldık… Anne kokusu, sıcaklığı bozkırın sıcağında bir bahar çisesi bulutu… Heyecanından yere yıkılacak sanki. Arkasında iki kız kardeşim, eniştem var. Onlar sıra beklemekte bana “hoş geldin” demek için. Ancak annemin sarılması bitmiyor bir türlü. Derken bahar kokulu çise bulutu üzerimden kalktı. Havanın yakıcılığını yeniden duyumsadım.

Hoşbeş bitti. Annemle büyük kız kardeşim birkaç saat önce Denizli’den gelmişler. Ancak annem de yol yorgunluğunun belirtisi yok! Birkaç günlük bir gezi… Dayımın torunun düğününe gitmişler. Oturduk gölgelik balkona. Söyleştik dereden tepeden. Kendi yolculuğuna bakmadan: “Sen çok yorulmuşsundur, dinlen biraz.” diyor kendi yolculuğunu unutarak. “Anne! Benim geldiğim yol üç saat, seninki ise benimkinin en az iki katı… sSn yorulmadın da ben mi yoruldum? Çok istiyorsan gel, birlikte dinlenelim.” dedim. O, yine de benim yorgun olduğumu düşündüğünden “Şuraya uzan, ayağını buraya uzat, başının altına şu yastığı al…” biçiminde komutlar veriyor durmadan.

Az sonra küçük kardeşim, eşi ve kızıyla izin isteyip kalktılar. Pazartesi işe gitmeleri gerek. Kızları Öykü, biraz rahatsız… Midesi bulanmakta ve yorgan döşek yatıyordu ben geldiğimde. Onu kucaklarına alıp çıktılar Kastamonu’ya gitmek için. Yolcu edip yerlerimize geçtik. Söyleştik bol bol gece yarısına dek. Yedik, içtik söyledik. Çaylar, kahveler gelip gitti.

Annem, benim büyüdüğümü bir türlü kabullenemiyor sanırım, oysa altmış beş yılı geride bıraktım. İkide bir “Şundan ye, bundan iç…” diye uyarılarda bulunmakta bana. Sağlıklı yaşam için öğütlerde bulunuyor.

En güzeli de annemle kitaplar üstüne söyleşimiz. Okuduğu kitapları bana anlatıyor, ben de can kulağıyla dinliyorum. Birbirimize kitap öneriyoruz. Bu kez İstanbul’dan gelmediğim için ona kitap getiremedim. Ona aldığım en güzel armağan kitap.

Anılar anlatıp tarih bilincimi canlandırıyor. Bazılarını not alıp bazılarını da belleğime yazıyorum. Her anlattığı anı bir yazı konusu. Gece yarısı oldu, anılar bitmedi. Şeker bayramında bir hafta yanındaydım. Konuşmalarımıza geceler, gündüzler yetmemişti. Bu nedenle Ankara’ya gittiğimde evden pek çıkmam, annemle söyleşmeyi yeğlerim. Ankaralı arkadaşlarımdan bazıları, gelip de onları aramadığı işitince doğal olarak kırılırlar bana.

Gece yarısı oldu. Hepimiz yoldan gelmişiz, yorgunuz az da olsa. Kız kardeşim de sabahleyin iş gidecek. Yattık yataklarımıza. Çarşafım, yastığımın kılıfı, örtünmediğim örtü anne kokuyor. Çocukluğumda sabun kokulu yatak yorganımı düşündüm bir süre. Çamaşır günlerinde tokaçlarla dövülüp leğende sabunlar köpürtülerek yıkanan çamaşırların kokusu hâlâ burnumda. Yattığım yatakta aynı koku… Anne kokusu…

Sabahleyin kuş gibi uyanıp kalktım yataktan. Anne bu… Uyandığımı duyumsadı odasından. Kalkıp seslendi bana: “Kalktın mı?” diye. “Evet… Kalktım, geliyorum.” dedim. Yatağımı topladım. Üstüme örtmek için verdiği örtüyü, çok düzgün katlanmış görünce: “Niye örtünmedin? Ankara geceleri serin olur. Üşütürsen ne yaparız?” deyince güldüm. “Doktora götürürsün beni. Ben de vaz geçerim gitmekten. Burada kalır, bana bol naneli yayla çorbası pişirirsin. Böylece hemen iyileşirim.” dedim. Güldü…

Kahvaltıyı hazırladı, beni mutfağa sokmadan. Karşılıklı oturarak kahvaltımızı yaptık balkonda. Bana sağlıklı yiyecekler yedirmeye çalışmakta. Ben de sesimi çıkarmadan yiyorum verdiklerini. “Yememi istiyorsun da kilo alırsam şekerim çıkar.” diyorum. “Bir öğünden bir şey olmaz.” diyor. Çayları hep ben doldurup getirdim. Çay içtikçe keyiflendik.

Saat 11.00’de trene bineceğim İstanbul’a gitmek için. Geç kalmamalıyım. Gerekli hazırlıkları yaptım ivedilik göstermeden. Saat 10.00’da kalktım. Vedalaşıp ayrılmak zor, ancak çıkmak zorundayım. Zoru istemeden başarıyorum. Sarılıyorum annemin boynuna.  O da buğulu gözlerle sarılıp kokluyor beni. Sesi titreyerek “hayırlı yolculuklar” dileyip dualar ediyor bana.

Çıktım arkama bakmadan. Bakarsam kendimi tutamayıp koy vereceğim gözyaşlarımı. Bahçeden çıkarken balkondan bakıyor bana. Bahçeden çıkıp caddeden yürürken gözleri üstümde. El sallıyorum ona biraz utangaç. Evin bulunduğu alanın soluna doğru döndüm. Bu kez arka odanın camında gördüm onu. Benimle yürümekte dolmuşa doğru evin içinde. Yeniden el sallayınca gülümseyip o da el salladı. Az sonraki dönemeçten dönünce görünmez oldu, içim burkuldu. Yüreğinin temizliği sanki ak saçlarına yansımış. Dolmuşa bindim. Yol boyunca annemin ak saçlarıyla gülümseyen yüzü gözümün önünde. Dolmuştan inip istasyona girdim belleğimde o gülümseme, üstümde onun kokusu. Trene bindim, şaşkınım. O denli şaşkınım ki oturacağım koltuğun numarasını yanlış gördüm. Neyse ki sonradan uyarılınca düzeldi yanlışlık.

Tren, sessizce hareket etti. Her iki yanıma bakındım bir süre. Kentten çıktık. Yol boyu doğayı izlerken kaçamak gözlerle kendimi Talip Apaydın’ın “Köy Enstitüsü Yılları” adlı kitabına kaptırdım. Tren, Polatlı İstasyonu’nda durduğunda Talip Apaydın’ı düşündüm uzun uzun. Çünkü onun doğum yeri burası. Az sonra Apaydın’ın yaşamını değiştiren Eskişehir topraklarına gireceğiz. Kitabı okurken bir yandan da Çiftler Köy Enstitüsü’nü düşlemekteyim. Burası, Kızılçullu ile ilk kurulan iki enstitüden biri. Çifteler’e ilk gelen köy çocuklarını düşünüp onların umutlarını, heyecanlarını gözümde canlandırmaktayım.

Enstitüleri kapatanlar yalnıza köy çocuklarının umutlarına, düşlerine, geleceklerine kıymadılar; koca bir ulusun geleceğini yok ettiler. Yurdumuza, insanımıza bu kötülüğü yaparken vicdanları zerre kadar sızlamadı. Üstüne üstlük bu okullarda okuyan köy çocuklarına da öğretmenlere de okullara da bir insanın usuna gelemeyecek karalar çaldılar. Baltaladıkları kendi ülkelerinin kalkınması yerine emperyalist ülkelerinin gelişmişliklerini anlattılar salya sümük. Bu masallarla uyuttular ülkemizin özverili insanını. Bu masallarla yağmaladılar yurdumuzun yerinin altını da üstünü de. Yurttaşlarımıza insanca bir yaşamı sağlayamayan, onlara yoksulluğu bir ilahi yazgı gibi dayattı egemen güçler. Bu dünyada çektikleri yoksulluğun karşılığında öbür dünyada ödüllendirilerek büyük bir varsıllığın içinde yaşayacaklarını anlattılar. Oysa kendileri nedense bu dünyanın varsıllığını, öbür dünyanınkine yeğlediler.

Eskişehir’in dağlarındaki boz rengi görmediler gelip geçerken kara gözlüklerinin ardından. Bozkırı canlandırıp aydınlatmayı amaç edinmediler hiç. Yoksullukla savaşmayı uslarından geçirmediler. Ellerini halkın cebinden çıkarmadılar ömürleri boyunca. Yoksulun etini yiyip kanını içerek semirdiler.

Kitabımı okuya okuya, ülkemin sorunlarını düşüne düşüne yolculuğum bitti. Bostancı’da indim trenden dalgın dalgın. Eve yürüdüm. İner inmez annemi aramayı unutmuşum. Hemen aradım onu. Annemin sesi kulaklarımda ve kokusu üstümde. Sırt çantamı ve takım elbisemi eve bıraktım. Yapacak birkaç işim var. Ardından akşam Şarköy’e gitmek için otobüse gideceğim.

                                                                


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —